Şikago'da oturan hemşerim Hayrie Ismail, benim de kafamı çoktan zorlayan bir soru yöneltti; 60'lı, 70'li ve 80'li yıllarla günümüzün çocukları arasındaki uçurum ve başı göğe değen dağlar arasındaki fark nedir ? Ben bu zikredilen yılların gerisinde de çocukluk yapmış bir insan olarak, bu fark üzerindeki görüşlerimi paylaşmak arzusundayım,belki genç kuşaklarımıza faydalı olurum. Evet, benim çocukluğumda duvar saatine bile şaşarak bakar, ancak onu da daha zenginlerin evinde görürdük. Kol saati nerede gezer, kendimiz de buna sahip olabileceğimiz aklımızın ucundan bile geçmezdi. Ama bu konuyla ilgili ilginç bir hatıram var. O zamanın çocukları,bizler gerçekten ağabeylerimizden, ablalarımızdan kalma yamalı giysileri giysek de, kendimizi mutlu sayardık. Okullarda hızlı öğrenciler zayıflara yardım ederler, sınıf atlamalara hep birlikte sevinirdik. Tatilde hep beraber ormana çiçek toplamaya gider, dönüşte topladığımız çiçekleri ortaklaşa paylaşır, hep aynı büyüklükteki demetleri annelerimize sunarak, onları mutlu eder ve mutlu olurduk. İşte böyle orman gezilerimizde ilk defa kol saati gördük. Senebirlik köyünden hali vakti yerinde, fakat zamanındakiler gibi cahil olan Osman aga kendi koyun sürüsünü Palaz ormanında otlatırdı. İşte o bölgede ilk kol saati sahibi adamdı o. Biz onu görünce koşarak yanına gider, sırf saati görmek için vakti sorardık, o ise kollarını keyifli keyifli sıvayarak kol saatini bize ''sırıtır'', kendisi de anlamadığından uzun uzun güneşe bakarak: ''Çocuklar, öğlene az kalmış'', derdi. Aynı yıllarda babam köyün kahvecisiydi. Nereden bulduysa, akülü bir ''Botev'' marka radyo yerleştirdi kahvehanesine. O zamanlar elektriğin adı bile yok. Haberler başlayınca, kahvedekiler radyonun arkasına giderek, konuşan adamı aramaya başlıyorlardı. Şimdiki dünya çoook ufaldı, o çağda nasıl büyüktü! Köyün dışına çıkmamış insanlar vardı. Benim köyüm Kulakova orman köyüdür, odunu bol, hem de asırlık meşe denizi. Bulgaristan'ın ilk Bulgar başkenti Ağboba (Pliska) ova köydür. Köylülerimiz oraya kaçak odun satmaya giderlerdi geceleri. Halit aga da kardeşi Hasan'ı çift beygir arabasına bindirerek yola çıkar gecelerden bir gece, Hasan'ın bu ilk köy dışına çıkışıdır. Giderler, giderler, köyün dışına çıkarlar. Hasan telaşlanır, ne çok gittik, bu yolun sonu yok mu diye. Dünyayı bilmez ama, bir yerlerde Türkiye vardığını duymuştur büyüklerinden sürekli göçler sebebiyle. Yarım saat daha yolculuğa devam ederler, Hasan daha fazla dayanamaz, ilk girdikleri köyde heyecanının doruğunda ağabeyinin boynuna sarılarak: Aga, sen ne dersen de, burası artık Türkiyedir der! Ya , nereden nereye ? Bak,bizzat sen şimdi taaa Şikago'dasın. Vatandaşların hemen hemen yarısı dünyanın her köşesinde. Bir de buna şaşmıyoruz, normalden sayıyoruz! Haaa, değişim yalnız bu mu ? Yook!! Asıl değişim kafalarımızda, yüreklerimizde, hoşgörü geleneklerimizde. Maalesef, teknoloji dünyayı ufaltırken, bu değerlerimi hasara uğrattı. Şimdiki bilgisayarlar, görüntülü cep telefonları ve daha daha nice edinimler bizim kabaktan yaptığımız ''POTURDAK''ların yanında DEV görünseler de, çoook insanların içindeki saygı, sevgi, yardımlaşma geleneklerini gölgeledi! Bu reddedilmez bir gerçek. Ama biz yine de insanız, biz biz olalım, geçmişimize daha sık dönerek, gerçek insanlık hoşgörüsünü nesillere taşımaya gayret gösterelim!
Naim Bakoğlu, Silistre http://dombira.eu/
петък, 6 декември 2013 г.
Абонамент за:
Коментари за публикацията (Atom)
0 коментара:
Публикуване на коментар
Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.