Koridordaki aynanın karşısına geçti, gözlerinin içine baktı, baktı. Evet, doğru olanı yapıyordu. Artık hiç şüphesi yoktu. Çakır gözlerinin içi gülüyordu. Saçını kurulamaya başladı acele, acele. Zaman ilerliyor, acaba yetişebilecek mi? Telaş her yanını sardı. Tarağı elinden bıraktı, sesle gülmeye başlayıp ''rahat ol kızım, daha en az bir saat var, ne bu acelen''- diye düşündü ve bir türkü mırıldanmaya başladı kurutma makinesi eşliğinde. Belki de beş yıldan beri ilk kez türkü söylediğini fark etti. Önce utanır gibi, sonra içinden öfke kabardığını hissetti. Mırıldanmayı kesti, elindekileri bıraktı ve aynanın önüne, dolabın üstüne oturdu. Bir an kaşlarını çattı, yüzünden geçen kara bulutlar kaşları, gözleri derken dolgun dudaklarında bir çizgi olarak donakaldı. Kalkıp yine aynaya döndü, gözlerinin içine içine baktı ve ''bu iş bugün bitecek kızım''- dedi. Elindekileri bırakıp oturma odasına yürüdü, kapıyı açtı. İki kişilik hazırlanmış masayı son kez gözden geçirdi. Her şey tam- şarap, mezeler, mumlar, vazo ve içinde bir tek beyaz gül. Gülü bakışlarıyla okşadı. Olmadı. Eline aldı, kokladı, öptü ve yine mırıldanmaya başladı. İçi bayram ediyordu. Beklemekten, belirsizlikten usanmış, kararını vermişti. Yine de içi buruk, böyle olmamalıydı. Ne hülyalar, hayaller kurarlardı. Mutlu olacaklardı. Yalvardı gitme diye. Lanet fakirlik. Tutturdu ''çok para kazanacam, zengin olacam'' diye. Oysa herkes gibi onlarda geçinip giderlerdi, samanlık saray olurdu. Gitti de ne oldu sanki. Bir ay, bir sene, derken- iki, üç, dört. Beşinci seneye gidiyor, hiç bir hayır haber yok. Bir göreni, bir selamını getiren yok....
O gittiğinden bir kaç ay sonra Sevda liseyi bitirdi, kasabada bir dikiş atölyesinde işe başladı. Arkadaşları gülüp eyleniyor, onun içi ağlıyordu. Öyle özlüyor! Haberini alsa, bir selamı gelse... Evde, işte, sokakta, her baktığı yerde o. Aklından bir an bile çıkmıyordu. Sesi, saçı, kahverengi gözleri, sıcacık öpüşleri. Hele o kırmızı gül- her gün bir tane.Yedi aylık aşkları sanki dünya var olduğundan bu yana vardı ve her gün bir kırmızı gül. Günler ayları, aylar yılları derken dört sene geçti. Geceler boyu ağlıyor, her köşeden O' nun çıkmasını bekliyor, ama yok, yok!
Bir gün dikiş makinesinin üstünde bir beyaz gül buldu. Kalbi duracak gibi sanki, makineye iki eliyle birden dayandı, başı döndü. Sağa, sola bakındı, aradı- yok. Toparlandı, gülü eline aldı, kokladı. Çaktırmadan soyunma odasına gitti ve sesle, sarsıla sarsıla ağladı. Birden sanki bir şeyler değişti ve ağrısı hafifledi mi ne. Elindeki güle baktı. Ama neden beyazdı. Ertesi gün makinesinin üstünde yine bir beyaz gül onu bekliyordu. Yine etrafı gözledi ve arkadaşlarının anlamlı bakışlarıyla karşılaştı.
Beraber çalıştıkları, çok yakışıklı, suskun, alçak gönüllü bir delikanlı vardı. Ona, iş arkadaşı olmaktan başka bir gözle bakmıyordu. Gurbetten haber gelmedikçe iş arkadaşının ısrarları yıllardan sonra hüzün perdesini aralamayı, zaman zaman yüzüne mahçup bir tebessümü kondurmayı başarmıştı. Bu böyle yaklaşık bir sene devam etmişti, Sevda arkadaşına ısınmıştı. Oğlan onu gerçekten tüm varlığıyla seviyor, gözünün içine bakıyor, bir dediğini iki etmiyordu. Zaman kırmızı gülün acısını uyutmuş, beyaz gülleri sevdirmeye başlamıştı.
Elindeki gülü vazoya geri çevirdi ve dalgınlığından uyanırcası gardıroba koştu. En güzel elbisesini giydi. Bu gece onun gecesiydi, yirmi dördüncü doğum günü ve o kendine en büyük hediyeyi yapacaktı- sevdiğine ''Evet'' diyecekti. Evlenmekte kararlıydı.
Zil çaldı. Saate baktı, daha erken, hazır değildi. Telaş içinde ''demek bekleyemedin''- diye düşündü ve gülerek dudağına son çizgiyi sürdü. Zil ısrarla bir daha çaldı- Geliyorum - diyerek kapıya koştu. Büyük bir zerafet ve mutluluk içinde kapıyı hızla arkasına kadar açtı.....
Büyük bir demet kırmızı gül, neredeyse bütün kapı kasasını kaplamıştı. İrkildi, soluğu kesildi, gözleri karardı. Kapının kasasına dayandı ve görmez gözlerle güllerin arkasında gizli o çehreyi aradı. Bu bir şakamıydı! Yavaşça deste aşağıya indi ve bir çift kahverengi göz sevgiyle ona dikildi. Eli ayağı titriyor, bir şeyler demek istiyor, vurmak, kırmak içinden geliyor, ama kımıldayamıyordu. Sadece bakıyor ve yaşların boğazına tıkılıp boğduğunu, gözlerinden aktığını hissediyordu. Kollarına atılmak, suratına tokadı indirmekten kendini zor tutuyordu.
- Doğum günün kutlu olsun!!!... E, buyur etmek yokmu?- Kapıdan çekilip.
- Buyur geç- dedi- hoşgeldin... sen geç otur, ben şimdi gelirim.
Sallanan adımlarla mutfağa yürüdü. İçinden avazı çıktığı kadar bağırası geliyordu. Neden gelmişti sanki, madem beş yıl bir haber göndermedi, şimdi niye gelmişti. Çektiği acıyı, uykusuz geceleri, döktüğü göz yaşları, beş yılını nasıl geri alacaktı, nasıl unutturacaktı. Tam da mutlu oldum derken.
Zil çaldı. Eyvah. Ne yapacak, ne yapmalı. Zil yine çaldı. Ayaklarına cıva dökülmüş adımlarla kapıya yürüdü.
******
Sabah güneşi ısrarla kahverengi kadife perdelerin engelini aşıp, meraklı ışınlarıyla içeriye sızmaya uğraşıyor. Mumlar erimiş, masanın üstünde tepecikler oluşturmuş, biri halâ ara sıra sıçrayarak, gereksiz ışıklarını saçmaya uğraşıyor. Biri kırmızı, diğeri beyaz, iki demet gül masanın üzerinde yan yana. Kırık bir bardak ve yan yatmış boş şarap şişesi hiç dokunulmamış mezelerle zıtlaşıyor.
Bir elinde kadeh, bir elinde sigara, kırmızı yanakları üstünde siyah çizgiler çenesine kadar derin vadiler açmış - Sevda ağlıyor!!!
Nasuf Dail
неделя, 14 април 2013 г.
Абонамент за:
Коментари за публикацията (Atom)
1 коментара:
Çok duygular içeren garip bir yazı...'zil çaldı' yı okuyunca ben de korktum
Публикуване на коментар
Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.