петък, 16 октомври 2015 г.

BİR BAŞKA GÖÇ

"İnanıp da hicret eden ve Allah yolunda cihat edenler,barındıranlar,yardım edenler,işte gerçek müminler bunlardır"                                                                                                                                                                      
                                                                                Kur'ân-ı Kerîm, Enfâl sûresi,74.ayet

     

       Haziran güneşi Silistre'nin tren garına sıcak sıcak oturmuş, dargın dargın bakıyor coplu,köpekli,kalaşnikoflu polislere,eski sobalara,isli borulara,kırık dökük mobilyalara,eşya kapkacak,giyim, ayakkabı dolu  bavullara,çuvallara ve binlerce Türk'ün ruhunda bir bıçak yarasının derin izleri gibi, gözün gördüğü yerlere kadar  uzayıp giden raylara...
      Göç buradan başlıyor...
      Tarihin ne garip cilvesi ki, yüz yıl önceleri,"Vatan yahut Silistre" diye haykırmış  büyük üstad Namık Kemal ve işte yine yüz yıl sonra, o  Tuna dilberi,islâmın koruyucu şehri Silistre'den  başlıyor "Vatan! Vatan!" diyerek  hayallere sığmayan,akıllara durgunluk veren zoraki bir göçün  acı serüveni...
      Göç deyince, Dobruca'nın ünlü şairi,rahmetli Aliosman Ayrontok'un hüzün verici : / tutulmuş mılletim göç sellerine/ mısrası, kuduz deniz dalgası  gibi yıkıp geçiyor  sağduyunun  sessiz duvarlarını ve şair  vargücüyle haykırıyor:
   
    "Ayrantok,bir dert var gizli,dilinde
      Açık yaz bu şirin ecdat ilinde
      Kardeşin gidiyor hicran selinde
      Âkıbet ölümden beter mi dersin?"
   
     Anlatıyorlar:
     " O göç başkaydı,bu başka...O zaman yıl 1950,şimdi ise 1989...Kırk yıl geçti üstünden,kırk yıl hiç bir şey mi değişmedi?...Değişmesin olur mu!...
Hükmetler,siyasiler,siyasetçiler, tekezeseler, hamleciler,"gelişmiş sosyalizm ""glasnost"(şeffavlık,açıklık),"perestroyka"(yenilenme) ve saire ve saire...
Değişmeyen tek bir şey var:Türk düşmanlığı,öteki kavramı,biz ve onlar burgacı...
     Şurada 93 Harbi'nden beri, yüz yıldır Bulgaristan Türkler'İ üzerinde planlı bir şekilde uygulanan "geceleri ürküt,gündüzleri malını  zapt et" haydut anlayışı, bugun bir Komünist rejimin devlet iç politikasına dönüşmüş... Failleri ise,yirminci asrın"en insancıl","en çağdaş",en-en- enlerle süslü "markxizm ideolojisi" otoriteleri...
     Bir üst düzey Bulgar Komünist Partisi yöneticisi televizyonun mavi görüntüsünde sırıtıyor:
     "Şu anda görünen bu olay göç değil,bir "turizm" hizmeti...Biz taraf olduğumuz Viyana İnsan Hakları Sözleşmesi ruhunda,Hükmetimz ve Halk Meclisimi'zin  aldıkları  bir insancıl kararı uyguluyoruz...Günde bir iki tren değil,dört,hattâ altı,sekiz tren,on,on iki bin " turizimci" yollamaya göre çalışmalarımızı planlayıp ayarladık,
bütün imkanlarımızı seferber ettik..."
     Oysa otuz-otuz beş yaşlı bir köylü kadını,iri,tombul yanaklı,kırmızı benizli,toprak,ter kokusu üstü başı...Dobruca köylerinden...Kocasını ,  bir gece gelip yaka paça evden almışlar,götürmüşler...Ogün bu gün ne ses,ne seda...Suçu Türk doğduğu,Türk olduğu ve Mayıs 1989 yürüyüşlerine katılması...Karısına:
     "Kocan Mayıs yürüyüşlerine katıldı,suç işledi,Türkiye'ye yolladık...Topla tasını tarağını,çoluk çocuğunu,al şu kırmızı pasaportunu,yolcusun"- demişler sancak emniyet müdürlüğünde...
     Ve şimdi Silistre garında ayrılık öncesi,göç treninin kalkmasına az bir zaman kala,torunlar dedelerinin elini öpüyor,sonra kadın babasının boynuna hiç kopmayacakmış gibi sarılıyor,gözyaşlarına boğularak:
     "Baba baaa! -diye feryat ediyor...Baba ba seni kimlere  bırakayım!..."
     Yetmişlik-seksenlik dedenin kırışık  yüzü taş kesilmiş,fersiz bakışı donuk donuk,güçsüz elleriyle,canından can,etinden et küçük torunlarını okşamaya çalışıyor ve :
     "Sabırlı ol,kızım...Allah sabır versin cümlemize...Çocuklarınız var kızım...Onları kurtarın!..."
     Neden,kimden kurtarılsınlar?...Buralarda doğmamışlar mı?...Gülüp koşmamaışlar mı?
     Genç kadının feryadı dinmiyor,sesi çınlıyor ortalıkta:
     "Baba ba!... Seni kimlere..."
      Bulgar polisinin itiş kakışı kesiyor bu sesi...Bulgar  Komünist rejimin Viyana Antlaşması yükümlülüklerinin  icrası...
     1985  lerde alınan adların, özgürlüklerin  iadesi için 1989 Mayıs yürüyüşlerine katıldıklarıbahanesiyle Türkler Emniyet koğuşlarına tıkılıyor,bin bir eza ve cefadan, işkenceden sonra,ellerine dış ülkelere yönelik  birer kırmızı turist pasaportu vererek soruyorlar:
      "Gideceğin devlet?"
      "Türkiye Cumhuriyeti"
      "Niçin Türkiye ya? Meselâ Avusturya'ya,İsveç'e gidebilirsiniz...İslandaya'da olur...Baksanız ya, size ne bol seçenekler sunuyoruz...Bizi, bugüne kadar haklarınızı gaspetmekle suçlayıp durdunuz,şimdi de geceli gündüzlü çalışarak verdiğimiz bu "turizm" hizmetiyle mi suçlayacaksınız?"
      Ve o Dobrucalı köylü kadının kulakları yırtan sesi:
      "Baba ba!... Ba baba, seni nasıl bırakayım...Kimlere bırakayım?!"
      Babaya "turist"pasaportu verilmemiş...Aileler maksatla,planlı olarak parçalanıyor...Polisler bazı köyleri ansızın kuşatıp,Türkler'in evlerini basıyor "vatan hainleri" ,"Türk casusları" aranıyor...Bazı köylerde sadece genç erkekleri birtakım uyduruk emniyet emirleri ile toplayıp,otobüslere bindirip,sınır dışı ediyorlar...Şok havası yaratılıyor...Güvensizlik sürüp gidiyor...Doğdukları yerleri terk etmek istemeyenlere,"turist" pasaportu için müracaat etmeyenlere evlerinde,iş yerlerinde,sokakta,meydanda tehditler estiriliyor,tehdişlere gidiliyor...
      "Bulgaristan Bulgarlar'ın"
      "Türkler  Türkiye'ye!"
      Türkçü damgası almış,sorgudaki bir Türk öğretmeninin yüzüne,emniyet yetkilisi anırırcasına bağırıyor:
      "Bu milleti baştan çıkaran sizlersiniz...İnsanlaröyle uysal, öyle kuzu kuzu ki...Tarım kooperatifleri (TKZS''ler) kurulacak dedik,razı değildiler,ikna ettik...Şimdi ekonomik durumlarından memnunlar...
Okullarda Türkçe'nin okunması  çocuklarınızın yararına değil dedik,razı  gelmediler,yine ikne ettik...Artık yirmi yıldır Türkçe okumuyorlar da dünya mı battı?  Çocuklarınızın  Bulgar kültürüyle  entegre olmalarına yararlı değil mi?...Şimdi de  adlarınız Bulgar adı olacak ,Bulgar adları taşıyacaksınız dedik, beş yıldır  ne büyük cabalar harcıyoruz, direniş gösterip,hayır diyorsunuz, çalışmalarımıza çomak sokuyorsunuz...Tarihin  akışını önlemek, zamanla yarışarak markxizmi, diyalektik gelişmeyi durdurmak istiyorsunuz...Halbuki sizi, parasız pulsuz devlet okullarında okuttuk,yetiştirdik,yüce davamıza katkıda bulunasınız,köprü olasıınız diye...Siz ise milliyetçiliğe soyunuyorsunuz..Bizim sosyalist toplumumuzda sizin gibilere yer yok...Sizin gibileri yıldıracağız,bezdireceğiz,arkanıza bakmadan,abanızı alamadan kaçacaksınız...Kalacak olanlar ise çamaşır makinesinden çıkmış gibi olmalı..."
Temiz,lekesiz,sadık...Ne demek istediğimi sanlıyorsun değil mi? Çamaşır makinesinin ne olduğunu biliyor musun?..."
     Ve her şeyi pek iyi bidikleri için Silistre tren garından sınırdışı ediliyorlar...Seksen kişilik vagonlara yüzlerce insan balık istifi gibi üst üste bindiriliyor,kapıları kilitli,pencereleri kapalı tren vagonlarınla mecburi bir yolculuğa dökülüyorlar Kapıkule'ye doğru...Bu mecburi yolculuk esnasında bazı yerlerde,çeşitli garlarda,öğle üstleri otuz,otuz beş derece yaz sıcaklarında saatlerce bekletiliyorlar...Sıcaktan,havasızlıktan,susuzluktan bunalıp bayılan bebekler,çocuklar,ihtiyarlar...
     Başka bir emniyet yetkilisi konuşuyor...
     "Pek tabii ki mayıs 1989 yürüyüşlerinden sonra yapacak bir şeyimiz kalmadı...Okadar  da enayimiyiz ki,Türkler'i kurşuna dizip de,dünya kamoyunnun hışmına uğrayalım...Onların istekleri olduğunu biliyoruz,lâkin Bulgaristan'ın da jeopolitik durumu,Varşava Paktı'ndaki  sorumlulukları var,gözardı edilemez ulusal çıkarları mevcut...
Biz Eylül ayına kadar 400,000 kişi atacağız sınır ötesine...Ardından yeni yıla kadardaha 400,000 bin ve Türk sorununu çözmüş olacağız..."
     Ve Türkler şerefini,onurunu,varlığını korumak istedikleri,korudukları için, Silistre garının arka tarafındakı genişce bir meydandan sınırdışı ediliyorlar....İkiye bölünmüş meydanın bir yanında göç edecek"turistler",öte yanda uğurlayanlar...
     Güneş inadına kızdırıyor...Sicim iplerle çevrelenmiş alanın önünde Bulgar gönüllü polisler bunaltıcı sıcağın etkisinde kollarını sıvamışlar, omuzlarındaki kalaşnikofları uğrlamaya gelenlere yöneltmişler,her an ateş etmeye hazır bir vaziyette nöbet tutuyorlar...Ne tuhaf hal,ne garip mantık...Güç gösterisi ve "turizm"...
Zoraki göç,etnik temizleme değil,şanlı bir "turizm"hizmeti...Hem de nasıl?... Genellikle erkekler emniyete götürülüp,yürüyüşlere iştirakları bahane edilerek,türlü işkencelere maruz kalarak,ellerine kendisi ve ailesi için yurtdışı bir kırmızı " turist" pasaportu verilip,yirmi dört saat içinde memleketi terk etmeleri isteniliyor.
      Öte yanda tren garında ellerinde kırmızı "turist" pasapotlu insanlardan kuyruklar oluşuyor...Göç edeceklere yardım amaçla simsarlar devreye giriyor...Rüşvet,yalancılık,dolandırıcılık,çapulculuk,yağmacılık gırla gidiyor...Bedavadan el değiştiren mal mülk...Komünist  yönetimin Hükmeti kararname yayınlamış... Beş yıl boyunca,yani turistler gittikleri ülkelerden geri dönünceye kadar,  taşınmaz malları,mülkleri belediyelerce korunup güvenceye alınsın diye...İyi de aynı zamanda evini satmayınca trene ya bilet  verilmiyor,ya turist pasaprtu vermek için evin satış belgesi isteniliyor...İşte minareyei çalmak isteyen  kılıfını da böyle uydurur...  Yörenin ileri gelen yöneticileri ve Parti kodamanları el ovuşturuyor.İşleyecekleri  her eylemi kanunlaştırıyorlar,aç gözlü kurtlar gibi Türkler'in evlerini,bağlarını,yazlıklarını  sahipleniyorlar...Bazıları hepten de tepegöz...Şehirlerde yaşayanların dairelerini  sahte belgelerle doğmamış torunlarına bedavadan alıyorlar...İktidar küpünün balından payını alamayanlar ise otomobilllerle köy köy gezerek ,  köy sokaklarında  başıbaş dolaşan  sahipsiz hayvanları,kapıları açık kalmış,  terkedilmiş evlerde ne bulurlarsa kamyonlara yükleyip yağmalıyorlar... Bir  hani  ya yağma zamanı...Bütün Türkler adeta bir şok içinde... Kimsenin konu  komşu malı mülkü ileilgilenmeye vakti yok...Herkes nasıl gideceğim,ne olacak benimle  diye kendi başının çaresinde...Herkes kendi derdinde...
     Bir Dobrucalı anlatıyor:
     "İşten eve dönünce ne göreyim...Avlu içinde buzağılı bir inek,bir eşek ve eşek arabası...Bunlar da ne dedim karıya...Bırak,sorma dedi ağlayarak...
Mehmet dayımın Mustafa'ya pasaportunu vermişler,yirmi dört saati bekleme,çünkü yurdun başka bir köşesinde sürgünde  bulursun kendini,derhal  çık git demişler...
Evde hayvanlar açlıktan öleceklerine,bize getirmiş ...Helâlaşıp gitmiş Mustafa...Tepem attı...Bir anda Musafalar'da buldum kendimi...Kapılar açık saçık...Camlar kırılmış...
Elektrik lambaları yanıyor... Kurban kesmiş, eşikte  kanını akıtıp  evin önündeki zerdalı dalına asmış...Dalın altında birkaç köpek hırlayarak yalanıp duruyor.. İçeri girdim..
Darmadağınık her taraf...Demek hırsızlar burasını da taraşlamışlar...Bir de evin  duvarın iç tarafına,pençerenin altına eğri böğrü harflerle, kırmızı boyayla"pis türkler  bulgaristandan dışarı" diye yazmalarıyla kimliklerini belirtmişler...Ruhumu önce bir yalnızlık,terkedilmişlik korkusu,sonra derin bir isyan ile nefret sardı...
Yarabbim nedir bu yazgımız dedim...Bu göç değil...Bu bir vahşlet,bir barbarlık..."
     Göç deyip zorla uğratılıyorlar...Oğul gidiyor,ana baba kalıyor..Evlât kalıyor,baba gidiyor...Kardeş gidiyor,kardeş kalıyor...
     Orada,Silistre garında,Haziran güneşinin  yakıcı öğle sıcağında,gerilmiş sicim iplerinin boyunda,oğlunu uğurlayan  bir anne,kalaşnikoflu polislerin karşısına çökmüş,
uful uful söyleniyor kendi kendine...
     "Siz nerden bileceksiniz!...Evlât acısı başka...Doğarken belden kopuyor,ayrılırken yürekten ...Ayrılık acısı başka...Siz nerden bileceksiniz..."
     Oğul,gelin,torunlar iplerin öte yanında...Biraz evvel çağrılmışlar trene binmek için...Ağlıyarak el sallıyorlar gerilmiş sicimlerin önünde oturmuş,harabeye dönüşmüş anneye...
     Megafonla  tek tek çağrılıyor cedvelde adları yazılı "turizimciler"...Kulakları sağırlaşmış bir dede annesine çıkışıyor:
     "İştmedin mi mare?... Galiba bizi çağırdılar, fidan dediler..."
      1985 de,Bulgaristan'da müslüman adların değiştirme kampanyasında Türkler'in çoğu,sanki de birer denek gibi hükümetce teklif edilen Hristiyan adları değil de, ağaç,çicek adları almışlar ve bunları da işitmek istemiyorlardı...
     "Galiba  fidan dediler mare..."
      Vagonlara bindirilecek "turizimcileri" çağıran emniyet yetkilisi:
      "Şurada,beş  senedir adlarınızı öğrenemediniz...Ne geri zekalı,kalın kafalı insanlarmışsınız yahu!" diye mızmızlanırken, yanındaki meslekdaşı:
      "Aldırma,Binbaşı Yoldaş! - diyor...Boş ver,on saat sonra,Kapıkule'de  bu adlara gerek kalmayacak..."
      Ve ikisi de alayla gülüyorlar... Mutlu mutlu ,iğrenççe ... İnsan oğlu insan emniyet yetkilileri! İnsan oğlunun bir devlette sizlerden başka güveneceği bir kurum mu var ?! Ve bu gibi değerleri umursamamak,hele hele hiçe saymak, belki de Bulgar tarihinin  en acı mirası.Onlar Bulgar adını taşıyorlar,amma o adın altındaki öz varlığı,milli değerleri zamanın ve tarihin haşin rüzgarlarında yitirmişler, koruyamamışlar...Binlerce öz kardeşlerinin vebali, kıyımı sonucu Slavlığı benimsemişler ve belki  buralardan kaynaklanıyor  özgeçmişleriyle kopukluğu,bağsızlığı,sadakatsızlığı...
      "Bulgarlar!ar'ın Vaftiz Zamanı" ve "Alfabe Uğruna"  adlı sinema yapıtlarını seyrettikçe,bize, Bugarlar'a  tarihin gayriihtiyari serüveninde olanlar olmuş...Ecdadımıza,dedelerimize ahlâksızca,acımasızca yapılanlar neden  bugün de Türkler'e  uygulanmasın bağnazlığına tutulup  kalmışlar.Çaresizce bocalayarak,biz ve ötekiler burgacı bataklığında bir   kimlik arayışına saplanıp ,evrensel insan hakları nimetinden bir hoş nida nasiplenmeme bahtsızlığında  dura kalmışlar. Ve kişinin şahsiyeti için bir adın nice mutluluk kaynağı olduğu bilincine  ulaşamama bedbahtlığı ,zihinlerde bir büyük Bulgar şovenızmini besler amil olmuş ...
        İnsanın adı!...
        Hele de o ad, kulağa yüce ezanın kutsal ve ulvi sesiyle   üflendiyse...

Galip Sertel

0 коментара:

Публикуване на коментар

Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.