Kapıkule'nin orda,
Arda, Meriç ve Tunca'nın kesiştiği ırmaklarda,
beyaz kemerli köprü ortasında,
Selimiye süngüsünün derin gölgesinde,
Bulgaristan Türklüğünün kalbi atmakta.
At kuyruklu,
uzak ufukları görebilen Oğuz Kağan'ın torunu,
kıl heybesindeki yavrularını,
bu yol ayrımından
Balkanlar'ın eteklerine uğurlarken,
sanki önceden sezmiş,
suyun ötesine geçtiğimizde,
ileride başımıza gelecekleri.
Ne de olsa önceden bu topraklar,
atamızın meşhur buyruğundaki Urum Kağan'ınmış .
Bu fermanın ilk mısralarını hatırlayalım;
"- Ben Türklerin Kağan’ıyım,
Dünyanın dört bucağına hakim olmam gerekir.
Sizlerden itaat istiyorum.
Kim benim buyruğuma baş eğerse,
hediyelerini kabul eder dost sayarım.
Her kimde baş eğmez ise, ona gazap eder,
üzerine ordu çekip, baskın yapar yok ederim."
Çin Kağan’ı itaatini ve dostluğunu bildirmiş.
Ama Urum Kağan’ı itaatini bildirmemiş
ve Trakya ovasında Türk cengaver cirit atmış...
Git zaman, gel zaman,
Edirne köprüsü altından çok sular geçti,
bazen oluk oluk al kanımız,
bazen de acı feryadımızın çığlığı sel olup aktı.
Bizim tek tesellimiz
ve tükenmeyen umudumuz,
güneydeki o şefkat ve sıcaklık saçan,
burç kulesinden bizleri gözetleyen,
iri ve keskin bakışlı ecdat gözüydü.
Karda ve tufanda,
yakıcı ağustos sıcağında bile,
bizim sadık bekçimiz her daim nöbetindeydi.
Tarihimizde ve hayatımızda
sembollerin yeri, anlamı ayrıdır.
Kapıkule,
Meriç üzerindeki beyaz kemerli köprü,
yanı başındaki yeşil Er meydanı,
biraz yukarıdaki Sinan'ın ihtişamlı mirası derken,
atar damarımızda akan kırmızı asil kanı
canlı ve diri tutan,
yeni bir sonsuzluk sembolü eklendi,
akıncı ecdadımızın Kapıkule'sine
- Türkan Bebeğin Beyaz Anıtı.
Srebrebnitsalı dört yaşındaki kız çocuğu sorabilmişti;
"- Anneciğim, küçük kızlar için küçük kurşun var mı
!"diye.
Türkan'mız ise henüz masum ve siyah gözlü bir bebekti,
alnının ortasına hoyratça kurşun isabet ettiğinde.
Acısının yüreklerimizde kan seli akıttığında...
Bundan sonra bizim oralarda ıssız kaldı dağlar.
Su değirmenin ağır taşı altında ezildi bağrımız.
Çarklar durdu.
Fecirler den nefret eder olduk.
Hepimiz tek yürek sabır taşı olduk.
Ve yeniden
Oğuz Kağan'ın yadigarı olduğumuzu hatırladık,
çünkü kurt göklerin,
ala geyik ise toprağın ve ruhun sembolüydü.
Nice Türk Destanında olduğu gibi,
bizim dağının vadilerinde ve sarp kayalıklarında
kınalı geyikler ve ceylanlar dolaşırdı.
Küçük geyik ve ceylan yavrularına
uzatılan namlunun karşıtını bize
yine ecdadımız öğütlemekte.
Bir gün, Oğuz Kağan, ormanda bir geyik ele geçirip,
onu bir söğüt dalı ile bir ağaca bağlayıp,
oradan uzaklaşır.
Tan ağarırken gelip, görür ki, canavar geyiği yemiş.
Sonra, bir ayı tutar,
onu altın kuşağı ile ağaca bağlayıp gider.
Ertesi sabah, görür ki, canavar ayıyı da yeyip gitmiş.
Bu kez o ağacın dibinde kendisi durur
ve canavarı öldürür...
Söğüt dalı veya altın kuşakla o ağaca
bağlanan masum geyiğin ve suçsuz sevimli ayıcığın
akıbeti, kimin kinle tıpatıp benzeşmekte?
Türkan bebekleri,
onların çilekeş anne ve babalarını
kurtaramayanlar utansın!
Gün geldi, Türkan Bebek,
bir beyaz kanatlı melek gibi,
suyun ötesine ulaştı.
Sedefçi başı,
yeşil park inşa etti onun için.
Behçet'in maharetli parmakları
gece gündüz beyaz mermeri oydu
ve beyaz kanatlı meleği
yeniden anne kucağına
kavuşturdu...
Bu özgürlük sevincinin mahşerinde,
Doktor Esma'nın elleri titriyordu,
Türkan'ın beyaz tül duvağını açarken...
Hüngür, hüngür ağladı,
Arda boylarından gelen,
elleri katran ve menekşe kokan,
al yanaklı kadın alayı.
Kaderine küsmüş, boyunları kısalmış,
çakmak çakmak gözleri ışıldayan erkekler
suskundu,
dudaklarını ısırıyordu çaresizlik.
Suyun ötesinden, bön bön bakan
kızıl gözlü ajanlar da gelmişti,
Türkan Bebeğin dirilişine.
Ama o kahpe tek kurşunun
şimdiki sahibini öğrendiklerinde,
dört nala suyun ötesine koştular...
Yerli mal fanatikleri,
Türk kanı ve ruhu yoksunlarını da epeyce korku sardı.
Balkanlar'dan,
yiğit Mustafa'lar,
ölümsüz Türkan'lar tugayları
akın akın dönüyordu
Türkün öz Ana Toprağı'na.
Nehirlerin ve köprülerin kesiştiği noktada
atmakta kalplerimiz.
Anne ve kızının masumiyeti
bembeyaz sütında yaşam bulmuş.
Sihirli yontucu,
kaderimizi beyaz mermere kanla oymuş.
İşte o beyaz muammada gizli bizim alın çizgimiz!
Şair ne kadar da doğru söylemiş;
"Elindeyse, beyazdan gel de sıyır beyazı!"
Mümin Topçu
0 коментара:
Публикуване на коментар
Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.