Taraf tutmadan, çıkar gözetmeden, sadece sanatın ötelerde
topluma getirebileceği yaraları düşünerek, yaratıcı kişilere kucak açan,
gerekli ortamı sağlamaya çalışan örgütler, kuruluşlar, deyiver yok şimdi
Bulgaristan’da.
Oysa demokratikleşme sürecinin başında ideolojik
sersemliklerden en sonunda kurtulacağımızı sanmıştık.
Kurtulursun be, herkes benlik davasında - ışığı benim alnıma
vurmuyor sa Güneş de kim oluyormuş yani?!..
Hatta benliğimizin aşırı tuzlu, tıknefes denizlerinde
boğulmak üzereyken yaratıcı gücümüze kanat açan bir şeyler göremiyorum...
Yaklaşık yarım yüzyıllık sosyalist rejimin yasal duruma
getirdiği birçok alışkanlıklar bugün de yürürlükte mi ne, yapabileceği işle
uğraşanlar hala çok azdır Bulgaristan’da...
“Mal deliye kaldı” deyimini çok severim, sık sık kullanırım
ama, aslında insan yüzüne çıkacak ne malımız, ne de kendi ellerimizle kendi
bileklerimize koyduğumuz kelepçeleri koparıp atacak delilerimiz var.
Çünkü az akılla delilik olmaz.
Bir yandan Niçe “Sağ olma da ne olursan ol, uygar sanma
kendini, bu büyük yazığı işleme, hayat senin bilemeyeceğin ölçüde
karmakarışıktır, hayatı eğitim değil, sanat sevdirir kişilere” derken, öte
yandan Ben Conson şunu eklemiş: “Sanatın en büyük düşmanı bilgisizliktir.”
Bir de bilmeyenler grubu var ki, işte onlardan çok
korkuyorum.
Atıp tutuyorlar, indirip bindiriyorlar, ama savurdukları
bayrakların gölgesinde olsa olsa nezleye yakalanırsın...
Şimdi bu konuştuklarımız pek o kadar önem verilecek şeyler
de değil aslında bence.
İşi ciddiye alacaksak, çoktan söylemiş büyükler: İnsan
insanın cehennemidir.
Yazarlar arası ilişkiler, uluslararası ilişkilerden çok daha
zordur...
Şiir dediğimiz sessiz bir şarkı mıdır, özgür bir haykırış mı
bilemiyorum.
Ben şiirin ne olmadığını bilirim, ne olduğunu değil...
“Dağlı ve Deniz”le başlayan şarkıların tadı tuzu
dudaklarımda.
N’apalım, türküyü
seven, sazın nazına, kızın sözüne katlanmak zorunda.
Teller koptu koptu eklendi yıllar içinde, yeni sevgileri
ayak izlerinde gören gözlerimi, unutulmuş sözlerimi arıyorum şimdi.
Susuzluğun, uykusuzluğun boğazını sıkarak, süzdüğüm,
süzebildiğim sözcükleri, kendim için kurabildiğim hapishanenin bitmeyen
duvarına yerleştiriyorum.
Ve diyorum ki Naci’ye: “Hâlâ kaçabilirsin, davran bakalım!”
Ama adam beğenmiş orayı galiba, kaçıp gidemiyor bir türlü...
Benim kabadayılığım kendime kadar.
Kimin hangi dağlarda kaç keçisi varmış, bu durumu düşünmedim
hiçbir zaman, işime girmez.
Anlattıkları kadar kötü çocuk değilim, bilinçli olarak
kimsenin tavuğuna kış dediğim yok.
Kendimle de bir güzel hesaplaşmış, anlaşmış, dengeyi bulmuş
durumdayım çoktan.
Edebiyatçı olarak ondan istediklerimi yerine getiremedi Naci
Ferhadov, anlayışıma uygun, beğenebileceğim şiirler yazamadı. Ama... toplumsal
ya da kişisel nedenleri varmışmış, olsun beş para etmez nedeni...
E, ne yapalım şimdi, asalım mı adamı?..
Aldığım yaralar bana yeter de artar bile.
Bu konuyu sular durulduktan sonra “dağları ben uslandırdım,
şu dağları ben yarattım, şunları da babam bana miras bırakmış” gibilerinden
atıp tutan arkadaşlarla tartışmaya hiç niyetim yok.
Ben, yazdığım satırları inanarak yazdığımı biliyorum, tek
bir tanesini bile inkar etmiyorum...
İlle ne var, bazı şiirlerimi şimdi okurken yüzüm
kızarıyor...
Beni öldüren, yıllar yılı gerçeklerden uzak tutuluşumuz,
bilgisizliğimiz, 1990’lı yıllarda yasaklar kaldırıldıktan sonra
öğrendiklerimizi 60’lı yıllarda üniversitede okurken bilseydim, kesinlikle
Bulgaristan’da olmazdım şimdi. 20-25-30 yaşım istenilmediği yerde kesinlikle
yaşamazdı.
Oysa, Bulgaristanlı Türklerin Bulgaristan’ı bırakıp
gitmelerine oldum olalı karşıyımdır.
Ön yargılar beni pek pek ilgilendirmez, ama dillere düşmenin
nedenini çıkaramadım gitti. Belki de şu: ilgili çevrelerin hoşuna gidecek,
kulağını okşayacak yalanlar uydurmak da yetenek ister. Şimdi ne desek yalan...
Son yıllarda yayımlanan şiir kitaplarının sadece sayısı
kabarıp gidiyor galiba.
Ne yazık, tüm niyetlerime karşın birçoklarının içinde,
radyoda “Kültür, Sanat, Edebiyat” programı yapımcısı olarak, dinleyicilerime
sunacak bir iki şiir bulmakta güçlük çekiyorum.
O derin uçurumlara atılanlar gül yaprakları değil anlaşılan,
bana gelen sesler - sınırlarımıza sığmayan rezilliğimiz. Hele de ön söz yerine,
ya da son söz olarak sayfalar aşırı döktürülen o yaşam öyküleri yok mu, deli
oluyorum okurken.
Bu adamlar bu çileyi çekerken biz neredeymişiz acaba?
Bildiğim kadarıyla Türkçeyi öğrenmeyi kimse kimseye
yasaklamamıştır, yasaklayamazdı, bu yolda Bulgaristanlı Türklerin aşılmış
dorukları vardır.
Gene de, Türk Dili ve Türk Edebiyatı okunmaları bile
törenle, şölenle söz alıp konuşmaya başlayınca, biz, bilmediğini bilenler,
utancımızdan başımızı sokacak sıçan deliği arıyorsak, günahı onların boynuna.
Ben hep onu söylerim, sadece yapabileceğimiz işleri
üstlenelim, derim.
Ve bir kez daha anımsatmakta yarar var sanıyorum:
“Edepsizliğin başladığı yerde edebiyat son bulur” demişti Recaizade Mahmut
Ekrem...
İstediğim bir uçurtmalık gökyüzü, başımı tavana vurmadan
doğrulabilmek için...
Mehmet H. Doğan’ın deyimiyle, şairin asıl yurdu dilidir, bir
yandan bu dilden beslenirken bir yandan da bu dili zenginleştirir, bu dilin
sınırlarını zorlar...
Biz, şimdilik güzelim Türkçemizin kurallarını çiğniyoruz
sadece.
Dilimize sahip çıkalım, şiir, öyküsü kendiliğinden gelir
arkadan...
Naci Ferhadov,
Ardino'nun sesi
0 коментара:
Публикуване на коментар
Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.