събота, 20 септември 2014 г.

SADECE YAPABİLECEĞİMİZ İŞLERİ ÜSTLENELİM

Taraf tutmadan, çıkar gözetmeden, sadece sanatın ötelerde topluma getirebileceği yaraları düşünerek, yaratıcı kişilere kucak açan, gerekli ortamı sağlamaya çalışan örgütler, kuruluşlar, deyiver yok şimdi Bulgaristan’da.

Oysa demokratikleşme sürecinin başında ideolojik sersemliklerden en sonunda kurtulacağımızı sanmıştık.

Kurtulursun be, herkes benlik davasında - ışığı benim alnıma vurmuyor sa Güneş de kim oluyormuş yani?!..

Hatta benliğimizin aşırı tuzlu, tıknefes denizlerinde boğulmak üzereyken yaratıcı gücümüze kanat açan bir şeyler göremiyorum...

Yaklaşık yarım yüzyıllık sosyalist rejimin yasal duruma getirdiği birçok alışkanlıklar bugün de yürürlükte mi ne, yapabileceği işle uğraşanlar hala çok azdır Bulgaristan’da...

“Mal deliye kaldı” deyimini çok severim, sık sık kullanırım ama, aslında insan yüzüne çıkacak ne malımız, ne de kendi ellerimizle kendi bileklerimize koyduğumuz kelepçeleri koparıp atacak delilerimiz var.

Çünkü az akılla delilik olmaz.

Bir yandan Niçe “Sağ olma da ne olursan ol, uygar sanma kendini, bu büyük yazığı işleme, hayat senin bilemeyeceğin ölçüde karmakarışıktır, hayatı eğitim değil, sanat sevdirir kişilere” derken, öte yandan Ben Conson şunu eklemiş: “Sanatın en büyük düşmanı bilgisizliktir.”
Bir de bilmeyenler grubu var ki, işte onlardan çok korkuyorum.
Atıp tutuyorlar, indirip bindiriyorlar, ama savurdukları bayrakların gölgesinde olsa olsa nezleye yakalanırsın...

Şimdi bu konuştuklarımız pek o kadar önem verilecek şeyler de değil aslında bence.

İşi ciddiye alacaksak, çoktan söylemiş büyükler: İnsan insanın cehennemidir.

Yazarlar arası ilişkiler, uluslararası ilişkilerden çok daha zordur...

Şiir dediğimiz sessiz bir şarkı mıdır, özgür bir haykırış mı bilemiyorum.

Ben şiirin ne olmadığını bilirim, ne olduğunu değil...

“Dağlı ve Deniz”le başlayan şarkıların tadı tuzu dudaklarımda.

 N’apalım, türküyü seven, sazın nazına, kızın sözüne katlanmak zorunda.

Teller koptu koptu eklendi yıllar içinde, yeni sevgileri ayak izlerinde gören gözlerimi, unutulmuş sözlerimi arıyorum şimdi.

Susuzluğun, uykusuzluğun boğazını sıkarak, süzdüğüm, süzebildiğim sözcükleri, kendim için kurabildiğim hapishanenin bitmeyen duvarına yerleştiriyorum.

Ve diyorum ki Naci’ye: “Hâlâ kaçabilirsin, davran bakalım!” Ama adam beğenmiş orayı galiba, kaçıp gidemiyor bir türlü...

Benim kabadayılığım kendime kadar.

Kimin hangi dağlarda kaç keçisi varmış, bu durumu düşünmedim hiçbir zaman, işime girmez.

Anlattıkları kadar kötü çocuk değilim, bilinçli olarak kimsenin tavuğuna kış dediğim yok.

Kendimle de bir güzel hesaplaşmış, anlaşmış, dengeyi bulmuş durumdayım çoktan.

Edebiyatçı olarak ondan istediklerimi yerine getiremedi Naci Ferhadov, anlayışıma uygun, beğenebileceğim şiirler yazamadı. Ama... toplumsal ya da kişisel nedenleri varmışmış, olsun beş para etmez nedeni...

E, ne yapalım şimdi, asalım mı adamı?..

Aldığım yaralar bana yeter de artar bile.

Bu konuyu sular durulduktan sonra “dağları ben uslandırdım, şu dağları ben yarattım, şunları da babam bana miras bırakmış” gibilerinden atıp tutan arkadaşlarla tartışmaya hiç niyetim yok.

Ben, yazdığım satırları inanarak yazdığımı biliyorum, tek bir tanesini bile inkar etmiyorum...

İlle ne var, bazı şiirlerimi şimdi okurken yüzüm kızarıyor...

Beni öldüren, yıllar yılı gerçeklerden uzak tutuluşumuz, bilgisizliğimiz, 1990’lı yıllarda yasaklar kaldırıldıktan sonra öğrendiklerimizi 60’lı yıllarda üniversitede okurken bilseydim, kesinlikle Bulgaristan’da olmazdım şimdi. 20-25-30 yaşım istenilmediği yerde kesinlikle yaşamazdı.

Oysa, Bulgaristanlı Türklerin Bulgaristan’ı bırakıp gitmelerine oldum olalı karşıyımdır.

Ön yargılar beni pek pek ilgilendirmez, ama dillere düşmenin nedenini çıkaramadım gitti. Belki de şu: ilgili çevrelerin hoşuna gidecek, kulağını okşayacak yalanlar uydurmak da yetenek ister. Şimdi ne desek yalan...

Son yıllarda yayımlanan şiir kitaplarının sadece sayısı kabarıp gidiyor galiba.

Ne yazık, tüm niyetlerime karşın birçoklarının içinde, radyoda “Kültür, Sanat, Edebiyat” programı yapımcısı olarak, dinleyicilerime sunacak bir iki şiir bulmakta güçlük çekiyorum.

O derin uçurumlara atılanlar gül yaprakları değil anlaşılan, bana gelen sesler - sınırlarımıza sığmayan rezilliğimiz. Hele de ön söz yerine, ya da son söz olarak sayfalar aşırı döktürülen o yaşam öyküleri yok mu, deli oluyorum okurken.

Bu adamlar bu çileyi çekerken biz neredeymişiz acaba?

Bildiğim kadarıyla Türkçeyi öğrenmeyi kimse kimseye yasaklamamıştır, yasaklayamazdı, bu yolda Bulgaristanlı Türklerin aşılmış dorukları vardır.

Gene de, Türk Dili ve Türk Edebiyatı okunmaları bile törenle, şölenle söz alıp konuşmaya başlayınca, biz, bilmediğini bilenler, utancımızdan başımızı sokacak sıçan deliği arıyorsak, günahı onların boynuna.

Ben hep onu söylerim, sadece yapabileceğimiz işleri üstlenelim, derim.

Ve bir kez daha anımsatmakta yarar var sanıyorum: “Edepsizliğin başladığı yerde edebiyat son bulur” demişti Recaizade Mahmut Ekrem...

İstediğim bir uçurtmalık gökyüzü, başımı tavana vurmadan doğrulabilmek için...

Mehmet H. Doğan’ın deyimiyle, şairin asıl yurdu dilidir, bir yandan bu dilden beslenirken bir yandan da bu dili zenginleştirir, bu dilin sınırlarını zorlar...

Biz, şimdilik güzelim Türkçemizin kurallarını çiğniyoruz sadece.

Dilimize sahip çıkalım, şiir, öyküsü kendiliğinden gelir arkadan...

Naci Ferhadov,

Ardino'nun sesi

0 коментара:

Публикуване на коментар

Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.