вторник, 10 юни 2014 г.
GÖÇ’ÜN ORTA YERİ HÜZÜN
Öncelikle Behiç Günalan kimdir? Kısaca bize kendinizden bahseder misiniz?
Asli mesleğim gazetecilik. Uzun yıllar Hürriyet Gazetesi ve bağlı kuruluşlarında haber alanında gazetecilik yaptım. Emekli olduktan sonra aktif gazetecilik hayatından çekildim. Halen Edirne’de yaşıyorum. Bu kentte bulunmamın nedeni de Trakya’da bölgesel ve profesyonel bir haber ağını örgütlemem için 1989 yılında Edirne’ye görevli gelmemdir. İstanbul Üsküdar doğumluyum. Nesli tükenmekte olan bir İstanbulluyum. 1952 doğumluyum. İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı mezunuyum. Biri kız iki çocuğum var. Çiçeği burnumda bir dedeyim. Trakya Üniversitesi ve Kırklareli Üniversiteleri’nde gazetecilik üstüne mesleki ve fotoğrafçılık dersleri verdim ve vermeye devam ediyorum. Emekli olduktan sonra sanat fotoğrafçılığına yoğunlaştım.
“Göç’ün Orta Yeri Hüzün” projesi hangi tarihte, nasıl ortaya çıktı? Bu projenin öyküsünden bahseder misiniz?
Edirne, Kapıkule’de 1989 yılında mesleğim nedeni ile bulundum. Bulgaristan’dan 1989 yılında zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımızın dramını bir gazeteci kimliği, duyarlılığı ve elbette ki sorumluluğuyla başta sona yaşadım. Proje böyle şekillendi.
Bu proje ortaya çıkarken Bulgaristan Türklerinin doğdukları ve büyüdükleri ülkede gördükleri zulümden kaçıp anavatana sığındıklarına tanıklık ettiniz. Onların sizlerle paylaştıkları hikâyeleri bize de anlatır mısınız?
Her insan başlı başına bir hikaye”¦ Her biri bir roman ya da film senaryosunun konusu. Bu göç bir zorunluluktu. Hani iradeniz ve isteğinizle daha iyi koşullarda yaşamayı umut ederek bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya göç edersiniz. Tarihin sayfaları bu göç serüvenleriyle doludur. Zorunluluktu derken, bu tanıdık bildik, hele de bizim toplumumuza hiç de yabancı olmayan toplumsal hareketi kastetmiyorum. 1989’da yaşanan zorunlu göç, bir kovulmadır, doğup büyüdüğünüz yaşayıp gömüldüğünüz topraklardan köklerinizin sökülüp atılmasıdır. Bir gecede yaka paça sınır dışı edilmedir. 1989 göçünde bu zorunluluk tanımlamasını ıskalarsak, göçün dramını, trajedisini, dehşetini doğru anlayıp algılayamayız. Tarlada çalışıyorsunuz, bir devlet görevlisi geliyor, ertesi gün ülkeyi terk etmenizi istiyor. Evinizde, fabrikanızda da aynı durum. Üç çocuğun varsa ikisini yanına alıp birini bırakıyorsun. Ailenin annesi trenle, babası karayoluyla gönderiliyor. Her aile parçalanmış bir biçimde göçe zorlanıyor. Annenizi, babanızı, eşinizi, dostunuzu, kardeşinizi, yakın akrabanızı, sevgilinizi, yavuklunuzu geride bırakıp yeni bir dünyaya sonu bilinmeyen yeni bir hayata gönderiliyorsunuz. Bütün maddi ve manevi birikimlerinizi kaybediyorsunuz. Böyle bir psikolojiyi, böyle bir umutsuzluğu, böyle bir çaresizliği, teslimiyet ve karamsarlığı düşünsenize”¦ Her birinin ruhlarını devasa tsunamiler teslim almış, her birinin gelecekleri tuz buz olmuş”¦
O günlerden günümüze fotoğrafladığınız göçmen vatandaşlarımızın yaşayışlarına dair neler anlatabilirsiniz bizlere? Göçün yaraları sarıldı mı? Gelenler mutlu ve uyumlu bir ömür sürdüler mi?
Eğer ilerleyen yıllarda yaralar sarılmasaydı göçün kayıplarını anlatmak ciltlere sığmazdı. Bulgaristan’ın bu zorunlu göç politikasından Jivkov döneminin kapanmasından sonra vazgeçmesi soydaşlarımızın istedikleri zaman doğup büyüdükleri topraklara geri dönebilme yolunu açtı. Görüldü ki temelli geri dönenlerin yanı sıra büyük bir çoğunluk Türkiye’de kalmayı çifte yurttaş olmayı, çifte pasaport taşımayı kabul etti. Bulgaristan’ın AB ülkesi olması, taşıdıkları Bulgaristan pasaportunu daha da değerli kıldı. Mutlaka ağır bedeller ödendi; ama zorunlu göç soydaşlarımız için alternatifli bir kimlik fırsatı da yaratmış oldu. Türkiye’dekilerin büyük bir bölümünün iş ve konut sorunu da çözümlendi. Bence o ağır ve acılı günlerin ardından artık mutlular.
Bu insanlık dramını görüntülerken çarpıcı görüntülerini ve sizi derinden etkileyen bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
Zorunlu göçe tabi tutulanlar arasında Türk azınlığın yaşlıları, iş görmezleri, hastaları öncelikliydi. Jivkov yönetimi bir nüfus yenilemesi, arındırması yapıyordu. Bu tam bir kafatasçılıktı. Tabi bu arada çocuklar da zorunlu göçten nasibini almışlardı. Yaşlarına göre olaya ve yaşadıklarına ilgileri de değişiyordu. Bazıları yaşadıkları dramın farkındayken bazılarına oyun gibi geliyordu. Kapıkule’nin gümrük sahası gerek karayolu gerekse demiryoluyla gelenler tarafından tam bir insan seline dönmüştü. Hiç abartısız çoğu zaman uyuyan insanların üstünden atlayarak yürüyorduk. Bu insanların üstüne çoğu zaman sağnak yağmurlar iniyordu. İnanılmaz dramatik görüntüler vardı. Bu arada bazı çocuklar kendi masum dünyalarının hayallerini kurup oyunlar oynuyorlardı. Oyuncak bebeğinin saçlarını tarayan bir kız çocuğu beni çok etkilemişti. İtiraf edeyim ki o kareyi çekmek için vizörümün arkasından bakarken gözyaşlarımı tutamadım. Şimdi o kız çocuğunun akibetini, nerede ne durumda olduğunu National Geographic’ın Afgan kızı gibi merak ediyorum. Umarım hayatında her şey yolunda gidiyordur. Umarım anne olmuş, şimdi kendi bebeğinin saçlarını tarıyordur.
Göçün ardından Türkiye’de ve dünyada neler değişti? Globalleşen mavi küre soydaşlarımıza ne getirdi ne götürdü bu süre zarfında?
Şimdi geriye dönüp baktığımda rüya gibi geliyor. O günden bu yana çok şey değişti. Birincisi ve en önemlisi Bulgaristan’da rejim değişti. 1989 göçüyle birlikte Bulgaristan sınırı Türkiye’nin yumuşak karnı olmuştu. Bugünkü Kuzey Irak sınırı kadar risk teşkil etmese bile oldukça hassastı. İkincisi Bulgaristan AB ülkesi oldu. Demokratik Bulgaristan kendi siyasal hatalarıyla cesaretle yüzleşti. İlk demokratik Cumhurbaşkanı Jelyu Jelev, Türk kökenli yurttaşlara uygulanan asimilasyon politikasını ve sonuçlarını Bulgaristan tarihinin en karanlık dönemi ilan etti. Geçip giden zaman içinde Bulgaristan sınırı Türkiye’nin en güvenli sınırı oldu. AB’ye katılım süreci içinde Türkiye, Bulgaristan’dan büyük destek gördü. Zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımıza yeniden Bulgaristan yurttaşı olma hakkı tanındı.
Göç’ün yolunun hikayesini gözler önüne seren fotoğraflarınızın hangi koşullarda ortaya çıktığını etraflıca anlatır mısınız?
Göçün Orta Yeri Hüzün sergisinde yer alan fotoğraflarım, 1989 yılında Bulgaristan’dan zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımızın o dönemde yaşadıkları drama aittir. Bu göç dalgasının Türkiye, Bulgaristan’la sınırı olan Edirne ve Kırklareli illerinde karşıladı. Tabi kapıkule kara ve demir yolu, bu göç hareketliliğinin en yoğun yaşandığı mekânlardı. Fotoğraflar da bu mekânlarda çekilmişlerdir. Zorunlu göç, 1989 yılının mayıs ayı ortalarında başladı. Bulgaristan’dan gönderilen birkaç aile ile ilk işaretini vermişti. Edinilen bilgiler bu göçün birkaç aile ile sınırlı kalmayacağı, arkasının geleceği yönündeydi. Bu ilk bilgiler bize abartılı geliyor, ciddiye almakta zorlanıyorduk doğrusu”¦ Mayıs ayı sonlarında içi göç insanlarıyla dolu tren, çığlığını atıp Kapıkule’ye perona yanaşınca, durumun ciddiyeti anlaşılmaya başlandı. Bu ilk trenden sonra göç hızını temmuz ayı sonlarına kadar kesmedi. Bu süre içinde yaklaşık 350 bin soydaşımız Türkiye’ye göç etti.
Size göre “göç”olgusunun toplumsal anlamda yarattığı değişim ve gelişim ne yönde oldu. Bu durumu gözlemlerinize dayanarak irdeler misiniz?
Bulgaristan’da Jivkov yönetiminin yarattığı 1989 zorunlu göçünü sahiplenmek, göç mağdurlarını savunmak Türkiye’de milliyetçilik akımını güçlendirdi mi? Güçlendirdiğini söyleyebilirim. Bu yaklaşıma Bulgaristan ve Türkiye taraflarından bakmak istiyorum. Bulgaristan tarafından bakınca, bu ırkçı politikayı sosyalist yönetimin uygulamasıdır. Marksist Leninist öğretinin önerdiği halkların kardeşliği ilkesine göre bu olanı biteni nasıl açıklamakta zorlanınız? Çünkü Marksist Leninist öğreti tersini öngörüyor. Türkiye tarafına gelince; yakın tarihin yaşanmış en büyük göç olaylarından biri olmasına karşın, olayın öylesine büyük bir milliyetçilik aksiyonu yarattığını söyleyemem. Bu durum; Türkiye’nin ideolojik reflekslerinden çok, toplumun gelenekleriyle beslenen ortak değerlerini yükseltti. Yine yakın tarihte Kuzey Irak sınırında peşmerge göçüne, Yugoslavya’daki kanlı katliamlarla sürdürülen etnik temizlikten sonra Bosna Hersek ve Koskova göçlerine de Türkiye ev sahipliği yaptı. Bütün bu olaylarda bu insanlara kucaklarımızı açtık, imkânlarımızı seferber ettik. İşimizi, aşımızı paylaştık. Bu refleksimizi sadece milliyetçilik ideolojisi ile temellendirirsek, yanlış iz sürmüş oluruz. Bu 1490’larda başlayan İspanya’dan kovulan Yahudileri kabul etmemize kadar uzanan bir gelenektir. Bana göre de övünülecek toplumsal bir erdemdir.
Belgesel fotoğrafçılık adına bu çok değerli fotoğraflarınızla ölümsüzleştirdiğiniz bu proje için sizi kutluyorum. Bizi kırmayıp röportajımıza zaman ayırdığınız için de çok teşekkür ederim.
Röportaj: Birgül ERKEN
Абонамент за:
Коментари за публикацията (Atom)
0 коментара:
Публикуване на коментар
Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.