Katırtırnakları (akasyalar) bu yıl yazla erken vedalaşıyor, sanki bahara ve yaza küsmüşler ve kış soğuğunda kinlerini dondurmak istiyorlar. Çocukluk yıllarında bağlanan kin unutulur mu?
Birine karşı kin duyan öç alma duygusundan kurtulabilir mi?
Bir kişiye karşı duyulan kin bütün bir halk topluluğuna karşı sonsuz bir öfkeye dönüşebilir mi?
Öç alma duygusu bir insanın canına, kanına, beynine ve kimliğine işlemişse bu hastalıktan kurtulmak mümkün müdür.
Kin hastalığının şifası var mıdır?
Karşımdaki bahçede yaprakları kuruyunca bir sere uzamış katırtırnağı dikenlerine baktıkça, yapraklarla onlar da dökülecek mi, diye düşündüm. Düşündüm de, dökülseler ne olacak, gelecek bahar yenileri biterler, oldu, kendi kendime cevabım.
Kin, birine karşı duyulan öç alma isteğinin bizdeki adı, garazdır.
Garazlı kötü insanlar için kullanılır. Kötü olan insan genelde iyileşmez.
Bu cumartesi günü Stratejik araştırma merkezinde bu konuda yaptığımız tartışmada, Bulgaristan Türkeri’nin kendilerine yani Türklere, Türk halkına, Türklüğe garaz bağlamış ve bu hastalığı her geçen gün ilerleyen insanlar tarafından yönetildiği sonucuna vardık. Biz bu insanlardan iyilik bekleyemeyiz. Delilerin yararı kendilerine bile olmaz.
Büyük bir iddia, fakat kanıtlanabilir bir tez.
Kin, ömrümüz varoluşumuz boyu bizimle olan bir husustur.
Türk halk kültürünün yaratıcısı büyük ozan Yunus Emre şöyle demiştir: Adımız miskindir bizim. Düşmanımız kindir bizim.
Miskin sözü, yine bizim lehçemizde uyuşuk, tepki göstermeyen kimse, hatta cüzam hastalığına tutulmuş olan kimse için kullanılır. Aslında olup bitenin farkına varması yüzyıllar alan insanımız hakkında yapılmış çok doğru bir tespittir.
Kine gelince. Konuya, Diş Hekimi Sn.A. Halide Ümitfer’in geçen hafta yayınlanan yazısından şu alıntıyla girmek istiyorum:
“Hayat güzel olsaydı, doğarken ağlamazdık; yaşarken temiz kalsaydık, ölünce yıkanmazdık!”
İnsanların kinle, kin besleyerek, garaz tutmak için dünyaya geldiğine inanmıyorum.
Yaratanın her an dünyada büyüklüğü sonsuz olan “n” sayıda yeni şeyler doğurduğu ve yine “n” sayıda yaşamını dolduran şeyi alıp, değişerek yeniden doğmaları için çöpe attığı gibi, kin de, yaşam içinde, hayat koşullarının etkisi altında oluşan, doğan, beliren ve gelişen, geliştikçe katılaşıp katmerleşen, acıktıkça zehirlemek isteyen, yapılan bir kötülüğün acısını daha büyük kötülük yaparak çıkardıkça, intikam alma hevesi artan; derin iz bırakmış kötü bir davranışı cezalandırmak için devamlı fırsat kollayıp karşılık vermek isteyen, şöyle de diyebilirim, tuzlu deniz suyu içenin içtikçe susadığı gibi, ya da katırtırnaklarının her yıl daha da büyük, daha da sivri, bir o kadar daha zehirli dikenlerinin hep büyüdüğü gibi bir şey.
Artık bilim ilacını buldu bulacak duruma geldiğinden dolayı kanser gibi demek istemiyorum, çünkü kanser artık tedavi edilen illetlerden oldu ama kin hastalığı “özür dilerim”, “bayramlaşalım da unutalım” türünden bir şey değildir.
Kin illeti edebiyatımıza şöyle girmiştir: “Sen öz babanın öcünü almadın diye o da dedesinin ahını yerde mi koyacak?” N. Hikmet. Şu tümcemi yüzde yüz inanarak ve vicdanımı önüme koyarak yazıyorum. Biz Bulgaristan Türkleri gönül borcu, minnet nedir bilen bir halk topluluğuyuz, öç alma damarlarımıza işlememiş, kanımızı devamlı kaynatmaz, özümüzü intikamcılık belirlese topraklarımız ter değil, kan kokardı.
Konumuza dönelim: Kin insan dokusunda doğuştan yoktur, çünkü öç alma maksatlı ve hedefli bir duygudur. İnsanın büyük beyni doğuştan boştur. Küçük beyin ya da omurga iliği ana bağrındaki oluşumdan taşıdığı çizgi belirtilerinde “keskin gözlülük”, “iyi işitme”, “hareketlilik” “iskelet yapısı özellikleri” vb. taşısa da, insanın dünyaya hoş geldiğinde sinir sistemi oluşmuştur ama yüklü değildir.
Psişiğimiz, yani sürekli tetikte duruş halinde olan ruh halimiz, kinle yüklendikçe, öç alma enerjisi üretir, ardından ikiyüzlülük, gizli ya da açık tutumlar ve saldırı hazırlığı ve tecavüz doğar.
Somut ya da genel saldırıya geçilemediği durumda, yanı durum kötülük yapılarak öç alınmasına elverişli değilse, öç alma motoru elektrik üreten bir jeneratör gibi devamlı çalıştığından, çığ gibi kin yükler.
Kin yükleme süreci insan iradesi dışında gelişen bir süreçtir. Bundan dolayı kin insan dokularına doğuşundan sonra işler savı, kabulümdür. Çocuğun kanına kaynayan öç alma duygusu, önce sinsilik, fırsatçılık, fesatlık, kavgacılık vb. tutumlar yaratır.
Kin tutkusu derinleşirse ömür boyu temizlenmez ve kan kanseri gibi tehlikeli bir hal alır. Kin besleyen insanlar hileli, sinsi, suskun, bencil, kapalı olurlar. İnsan onların suskunluğunu “akıl küpü” diye nitelese de, sırları kin enerjisini besleyen gizemdir. Onlar, kimsenin tahmin etmediği bir kaynağa sahip olan kişilerdir. Gizemli sırları açıklandığında, onlardan kendi kendilerini yok etmek, çıldırmak veya intihar etmek beklenir. Yengeç örneği. Bu teorik ve pratik deneysel düşünceleri psikolog Friedrich Nitzsche’den aktardım.
Müsaadenizle olayın gerçekliği ile ilgili örneklemelerimi herkesçe bilinen ve hayatı kitaplara ve Bulgar basınına yıllardır konu olan Ahmet Doğan örneğiyle açıklayayım.
Bu incelemede yer alan verilere ulaşabilmem, yıllar önce Kasım Dal’ın Bulgar Millet Meclisi’ne sunduğu Hak ve Özgürlük Hareketi milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen “Dosyalar Yasası” ile mümkün oldu. 10 cilt olan ve Bulgaristan’da Türklere ve Müslümanlara karşı yıllarca arasız yürütülen amansız ve ilkeli mücadelenin parlak bir örneği gibi parmakla gösterilen, bu dev ajanlık eseri yani Ahmet Doğan Dosyası “Sergey”, “Sava”, “Angelov” ve “Dönek” kod isimleriyle ciltlenmiştir. Bulgaristan’da yaşayan Türklere karşı Bulgar dilinde kaleme alınan bu devası yazımda Ahmet İsmailov Ahmedov – bugünkü HÖH Fahri Başkanı Ahmet Doğan’ın hakiki adı, baba adı ve soyadıdır. Ahmet 1976 yılında inşaat eriyken, hiç itiraz etmeden, gizli Bulgar servis ajanı olmayı kabul etmiş ve ömrünün sonuna kadar onun hayatını kayıtsız koşulsuz Bulgar gizli servisi belirlemiştir. Bu dosya açıklanmazdan önce Kasım Dal’ın A. Doğan’ın bir DC ajanı olduğunu bilmemesi de insanı şaşırtan başka bir mucizedir. Geçerli olan atasözü “karga karganın gözünü çıkarmaz” olabilir mi?
Bunlar can kan dostu. Kasım bu işi kaça yaptı, başka bir sır kutusu da budur. Devam edelim:
Şu hususa dikkat etmemiz gerekir. Bulgar gizli servisi (DC) ya da bugünkü adıyla (DANS) harikalar makinesi değildir yani erikten armut, sudan odun, pamuktan altın yapamaz.
İnsan neyse odur, insan özündeki değişim ve dönüşüm birikimi ancak keskinleştirilir ya da körleştirile bilinir.
Örneğin Bulgar okullarında ve Bulgar ordusunda yoğun anti-Türk eğitim sonucu Bulgar milliyetçiliği ya da ırkçılığı oluşur ama bu ancak bir kimlik dokusu şeklindedir, kişisel temelde saldırı, taciz doğurması devletçe engellenir, çünkü bu hasımlığın üzerinde bir de milli huzur gerektiren Hristiyanlık ve tolerans erdemi vardır. Oysa bizde Türk düşmanlığı, Bulgarlaştırmayla birlikte ırkçı devlet politikası yani totalitarizm şekli almasıyla Arapsaçı gibi karıştı.
Ahmet Doğan örneğinde, Ahmet, bir Bulgar milliyetçisi, bir ırkçı değildir. Bulgarlaştırmayı desteklemiştir ama totaliter şiddete “evet” dediğini kanıtlayan belge yoktur. Onun durumuna başka bir açıdan bakmazsak çizgileri doğru okuyamayız. Ahmet’in Türk düşmanlığı 1976 yılında “ben gönüllü olarak Bulgar gizli servisi için çalışacağım” taahhütnamesini imzalamasıyla başlamamıştır. Bulgar gizli servisi onu Türk şubesinde çalışmaya mayalanmış, kini birikmiş, öfkesi kabarmış, saldırıya hazır bulmuştur.
Ahmet’in askere alınmazdan önceki hayatı onu nesnel olarak, yanı dış etken olmadan Türklere düşman etmiştir. Öyle yetişmiştir. Biçimlenişi budur.
Camiye gitmeyen, Türkçe okuma yazması olmayan bir çocuğun Türklüğünden söz edilemez. Onun Türk kimliğinin oluşturulmasına çaba gösterilmemiştir. Bu yüzden gizli servise bağlanması, yaşadığı bir büyük acının mutlu sonucudur. Bu açıdan bakınca, Ahmet Doğan’ın Türk düşmanlığı anasının, onu doğurduğu, bir şoparla yaptığı başarısız ilk evlilikten 6 ay sonra boşanmasında, ikinci evliliğini bir Türk’le yapmasında, üvey babanın anasını kabul etmesi, fakat Ahmet’i dışlamasında, her zaman ve her yerde ona çok sert ve acımasız davranmasında aramalıyız.
Çıbanın başı işte burasıdır. Doğuşta olmayan kin böyle oluşmuştur. Anasını sevenin oğlunu kabul etmemesi bir trajik travmadır. Kinin bir çıbanbaşı gibi zonklayan kaynağında, annesini isteyen hem de çocuk ardına çocuk yapan üvey babanın, Ahmet’i hor görmesi, onunla asla ilgilenmemesi, parasız pulsuz bırakması, evden kovması yatar.
Bir düşmanlığın doğması için bunlar yeterli ve geçerli sebeplerdir. Bu düşmanlık ırkçı bir nedenle doğmuştur. Şopar bir babanın evladını Türk bir baba kabullenmemiş ve Türk kimliğinden fazla rastlanmayan bir özellik çizgisi – merhametsizlik çocuğun yaşam çizgisinde belirleyici olmuştur. Bu durumda Ahmet’in hayat basamaklarından çıkabilmesi için ki, yalnız başına bunu yapabilecek maddi gücü yoktur, cebinde beş parası yoktur, beliren gizli ilişki onu şans eseri bulmuş ve fırsattan yararlanıp güç alarak sivil polisle el ele vermiştir.
Hayat yolu Türkler arasına sızıp muhbirlik yapmak olmuş ve bu 40 yıl sürmüştür. Türkler arasında muhbirlik yapması kin beslediği babasına karşı çalışmasını da kapladığı için huzurludur.
Öç alma defteri böyle açılmıştır.
Bulgaristan’da Türk düşmanlığı bugün de bitmemiştir, Ahmet Doğan Türk düşmanlığını bitirememiştir, çünkü Bulgaristan’da Türklerden öç almak bir kadınla eşleşmek gibi bir mutluk kaynağıdır. Göçe zorlasan malına mülküne konarsın, gitmeyenlerin oyunu alırsın. Her ikisi de kazançtır. Bu kazançlı ilişkide o Türk düşmanı olduğunu asla açıklamamıştır, açıklamadıkça kazançlı olmuştur. Türklere, Pomaklara ve Müslümanlara kötülük yapmak akan su gibi bir şeydir, akan dere aktıkça dolar.
Yıllar onu yormuş, üvey babası ölmüş, kin beslediği açıklanmasın diye adamın hesabını görememiş ama cenazesine de gitmemiştir, başka Türklerin cenazesine de gitmemiştir, artık iş arkadaşları arasında Türk kalmamıştır, yanına bazı Çingeneleri toplamış, onlar da onun kokusunu yabancı bulmuşlar ve ondan uzaklaşmışlardır, sonra hıncını Türk kızlarından çıkarmayı denemiş, evlenmiş boşanmış evlenmiş boşanmış ondan da bir şey çıkmamış, herkesle çıkar ilişkisi kurulabilir ama kin gütme, öç alma çıkar ilişkisi değildir, bu bir düşmanlıktır ve ancak başka bir düşmanlıkla çiftleşir.
Bundan dolayı yıllar içinde, Saray’da kapalı yaşaya yaşaya ancak hille üreten ve bu hilelerle Türklere olan hıncını ve öfkesini yavaş yavaş ama mütemadiyen almaya çalışan bir cellat durumuna gelmiştir.
Kin gütme hastalığına ilaç bulunamamıştır ve bulunamayacaktır bu şifası olmayan bir ruhsal durumdur. Özünde siz beni istemediniz ama bakın ben ne oldum, hepinizi süründüreceğim psikolojisi yatar.
Evet, sürünen sürünmeye devam ettikçe süründüren mutludur.
Evet, sevgili dostlarım işte bu durumdan kurtulmalıyız.
Bu yazımı yazmamın nedeni, katırtırnağı dikenlerine baktıkça ürpermemdir. Sürünenleri gördükçe üzülmemdir.
Yazılarınızı okudukça düşünmemdir. Hepinizi ben de çok seviyorum.
Nafiye YILMAZ
неделя, 15 септември 2013 г.
Абонамент за:
Коментари за публикацията (Atom)
4 коментара:
ben de seni çok seviyorum başka sevenlerine de kin gütmüyorum Nafiye hanım
bu güzellik sevilmez mi
tebrikler insanımızı uyandırmak için
güzel yazılmış bir yazı
Umarız photoshop değildir
HÖH hesabınızı verecek az kaldı
Публикуване на коментар
Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.