Bir hafta daha geçti.
Pazar sabahı keyif kahvemi
içerken, Frank Schubert’ in “Piyano Kontsertini”
dinliyorum. 18. ve 19. yüzyıllar arasında (1797-1828) yaşamış olan bu Viyana’ lı
besteci birbirinden güzel eserlerini sanki inadına yaratmış.
Kuyruklu piyano klavyelerinden
akan müzikte geçmiş günümüz ve gelecek ile öpüşerek kaynaşıyor. İyilik yüreği
okşuyor mu okşuyor, bekleyiş ışık arıyor, acılar mehlem buluyor. Kendimi
unutarak dinlediğim bu eserde yaratıcının çağrısı, yani güne uyanın çağrısı
var. Bir fırtınayı müjdeliyor besteci, yükselen dip dalgasından kopmuş,
alabildiğine yelken açmış, kâh ipini koparıp deliren, kâh gemlenip uslanan, bir
fırtına bu. Hava dolmuş ama damlalar dökülemiyor, akıp akıp boşalamıyor, sonra
ansızın güneş açıyor, çiçek yaprakları titreşirken şarkıya durmuş kuşlara bir
bilseniz ne kokular gönderiyor. Doğa ve hayat harmonide kucaklaşmış valsla yüzüyor.
Böylesi bir esinti yaşatıyor bu eser.
Duyumsamamda, fırtınalardan sonra
insanoğlunun rahatlık beklediği dönem sırada. Ama öyle olmuyor, bizde öyle
olmadı işte. Bizim için geçerli olan bakış açısında, “hayat kendi yolunu kendisi seçer”, “Bir
deli başka bir deliği iyileştiremez!”
Farklı söylersek “kronik hasta
olanın yavrusu da solgun olur!” Hayatımızda, dünü bugünden, bugünü de yarınlarımızdan
kopmuş göremeyiz. Çıkış noktamız bu olursa, her şeyimiz parça parça olur. Bir
daha değerlenmemek üzere dağılıp kaybolur.
Schubert, kulağımı okşayan ve
hayal gücünü açan bu eseriyle geleceğin tüm insanlarına hayatın bütünlüğünü ima
edip, anlatmak ve asla unutturmamak istemiş olabilir.
Bizim dinamik hayatımız da ele avuca sığmıyor, güçlü bir
müzik gibi akıp gidiyor.
1989 yılı patlamamızı örnek
alırsak, bu öyle cesur ve güçlü bir infilaktı ki, tüm dünyaya dağıldık, Kanada,
Avustralya, İsveç, Fransa vs. “Vatan” aradık, Türkiye’ye sellerle aktık. Bizim
bu patlamamız öyle ki çok güçlü bir birikim sonucunda oldu.
Şöyle bir baktığımda insanlarımız çok hırpalandı.
Artık sakin, gururlu ve yine başı
dik olmamız gururumu okşuyor. Kapkara fırtınalı bir havadan tsunamiden çıkmış
bir halimiz vardı, giderek aşıyoruz. Vermedik ve vermiyoruz kendimizi, teslim
olmadık ve olmuyoruz dertlere, öleceksem ayakta öleyim gururuyla ilerliyoruz
dimdik. Geçmişin tüm yükü sırtımızda olsa da, eklim büklüm değil, sürünmeyi akıldan
geçirmiyoruz. Hissediyorum gelecek günleri, sesiz insanlarımızın gönlünde fırtına koparan
yeni müzikler esecek. Günün sessizliğini can kulağıyla seve seve dinleyenlerin
günü geliyor.
Bazen kavga etmek, köpürmek gelir içten
içe. Yakın hemşerimden biri İstanbul’da uzunca kalmıştı. Ofisimde doludan boşa
doldururken eşinden telefon geldi. İlk sözle patlayan ses gürledi. Sitemler
yağıyor. Kızarıp bozaran misafirin yüksek sesle “Dur be!”, “Rica ederim bi
dur!” dedi “Ben seninle kavga etmeyi bile özledim!, ne diyorsun!” deyince,
karşıdan gelen ses yumuşayıverdi…
Bu sitede yayınlanan ilkyazımda
“yalıları” anlatırken, deniz suyu ile kıyının buluşup öpüştüğü nedir, demiştim.
Telefon aldım, denizin kudurduğu zaman ne olur: Sevişiyorlar mı, yoksa
dövüşüyorlar mı?” diye sordu kendini güçlü hisseden okurum. Hemşerimle verdiğim
örnekten çıkarsak, sevişmek de kavga etmek de hayatın bir parçasıdır. Karda
kışta, yağmurlu baharda ya da orak sıcağında sevgilinin gözlerine bakınca hep
aynı duyguları hissetmiyor muyuz?…
Schubert’ i dinlerken anneannemi
anımsadım. İki kat bükülmüş bahçemize fasulye ekerken, hazırlanmış kazılmış
çizilmiş gübresi saçılmış karıkların bazılarını boş bırakmak pahasına, tohumlardan
birkaç tutam ayırır ve komşu Refiye teyzeye uzatırdı. “Al şunları, avlu boyuna ek,
kardeşlerinle”, derdi. Sanki bizim bahçeye ekse kardeşlerine engel mi var, diye
düşündürürdü beni. Bir defasında iyice daldığımı anlamış olacak “onların da
olursa, göz hakkı kalmaz kızım, sen işine bak” dedi. Anneannem hayatın
bütünlüğünün diplomasız profesörü gibiydi. Yattığı yerler nur olsun. Aklıma
geldikçe kendimi bom boş bulduğum oluyor. Harmoninin hayat okulu yok gibi,
olanda bol, olmayanda yok…
Karmaşık bir çağda, bocalayarak arama
içinde yaşıyoruz. Kâbuslu bir gecenin sabahında huzur arar gibi bir ruh hali
hâkim. İç dünyamız kaynıyor. Hepimiz şu noktada fikir birliğindeyiz,
durulamadık ama durulacağız. Bölünmüş, parçalanmış, birbirinin sıcaklığına
muhtaç ailelerin yeni huzur dengesi arayan üyeleriyiz.
Biz son yüzyılda budandık.
Özümüzde, suyumuzda tüm
yetenekler, her şey olsa da, şu an şair gibi şairimiz, sanatçı denecek
şarkıcımız, teli kopmamış sazımız yok. Bilmem yazmama gerek var mı ama “Jigoli”
bizi ne yüreklendirebilir, ne ruhumuzu zenginleştirebilir, ne karanlıkların
sisini kaldırabilir ne de bizi kanatlandırabilir.
Ezilmişliğimizi artık yavaş yavaş aşmalıyız.
Anneannemin Şerife teyze dediğim
uzaktan bir kız kardeşi vardı. Yılda bir buluşurlar, gece boyu dertleşirler,
anlatırlar anlatırlar da bitiremezler, birazını da yarına bırakırlardı. Şerife teyzenin
bir esnaf şehrinin yerlisi olduğunu tane tane konuşması, üzerindeki gül kokusu,
pastel renkli ipek iç giysileri anlatıyordu. Eşi ise konu açıkladığında Şerife teyze
beni kucağına alır, saçımı okşayarak yavaş yavaş anlatırdı:
Şu partiler var ya, o zaman da
vardı. 1934’faşıt rejiminde tutuklandı Mehmet deden, Aleksandır Stanboliyski
çiftçilerinin bizim orada başıydı, celepti, Bulgarlarla birlik olup “Maritsa”
sucuk fabrikasını kurdu, “Karlovo lukantası” yaptı. Sen misin ileri geçen.
Ölümü istendi. Kaçtı 5 yıl İzmir’de yakınlarımızın yanında kaldı. Döndüğünde de
birimize rahat gün yoktu. En sonunda Koca Balkan’ın “Ambaritsa” mevkiinde
mandıra kurdu. Beyaz peynir ve kaşar peyniri yaptı. 1943 kışında malı
Balkan’dan indiremedi. Mandırada kaldı. Kar kış kuşak boyu.
Bir gece Çar Boris jandarmaları
basmış mandırayı, “sen partizanlara peynir veriyorsun” demişler, Mehmet dedenin
abasını poturunu almışlar, bocukta anadan doğma dışarı atmışlar geberesicileri.
O da kurda kuşa yem olmaktansa belki şehre inerim, inebilirsen demiş ve yürümüş
diz boyu karda…
Yol yordam yok, gece ay ışığında
göz yordamına Balkandan salmış kendini, inmiş, indikçe donmuş, yüzü gözü buz, elindeki
sopa parmaklarına yapışmış, neyse Kazanlığın Bademlik mevkiine kadar inmiş ve
koskoca adam çırıl çıplak serilmiş ilk evin önüne. Komşular sabah bulmuşlar,
arabayla getirdiler, ağalarmısın sızlar mısın kızım, derken hep bürgüsünün
ucuyla gözyaşlarını silerdi.
Ölmüş sandık, ılık suyla ovarken
döndü hayata, soluğu Filibe devlet hastanesinde aldık. Sonraları bana “hayata
dönmek ölmekten çok daha zormuş” dedi. O sızılar o ağırılar, iki ayağı da
kangren olmuş, sol kolu da kangrenleşmiş, üçünü de kestiler.
Ben, üç çocuk ve elsiz kolsuz
ayaksız bacaksız adamla beş altı yıl yaşadım kızım, derken yüzüme bakıyor ve
saçımı öpüyordu.
Sonra ne oldu dediğimde:
Satranç oynadı. Önceleri de
satranç oyununda çok hevesliydi, gencini yaşlısını, Türkünü Bulgar’ını yenerdi.
O zaman büyük savaş, açlık, kıtlık, elde yok pazarda yok. “Ben ailemi
geçindiririm” dedi. Evimizin avlusunda satranç kursu açtı, her hafta turnuva
düzenledi, paralı yarışlar yaptı, hep kazandı, ölümü yendi.
“Onlar bana vız gelir” derdi.
Yendi aldı paralarını, avluya
gelen Bulgarların hepsi burnu bükük çıkardı kapımızdan. Ne ağır, ne zor günlerdi.
İş insanın ruhundadır kızım. Ruhlu olan her zaman kazanır. Sen saçını kestir
ama ruhuna dokundurma. Oy güzel yavrum benim, deyip beni bağrına basar, daha da
yürekten severdi beni.
Sonra 9 Eylül 1944 geldi.
Partizanlar balkandan indiler. Bir gün hepsi toplanmış, “Mehmet yoldaş,
peynirlerini az mı yedik” diye şakalaşarak avluya doldular, oturdular. Hepsine
kahve ikram etti, bayram ertesiydi, baklava sundum.
Karlovo şehrinde faşizme ve kapitalizme karşı
mücadele edenlere verilen emekli ve hizmet maaşını getirmişlerdi. Mehmet deden
“komşularım ben sizi bilirim bugün verir yarın alırsınız. Ben inadıma
yaşıyorum.” dedi ve almadı, hepsini güler yüzle uğurladı.
O zaman bu zaman ben cesur
erkekleri cesur ve yürekli analar doğurduğuna inanırım. Geçmişi bugünü ve bugünde
hem geçmişi hem de yarınlarımızı bir bütün olarak gören ve yaşatan insanlarımız
var bizim. Bize inadına yaşarken nice müjdeler bahşedecek kuşaklar geliyor.
Bir yandan kulağımın kenarıyla Schubert
’i dinliyorum, Refiye teyze anılarımın etkisinde kaldım. Şu an hayat beni de İNADINA
YAŞAMAYA çağırdığını hissetim. Evet Biz vardık, varız ve var olmaya da devam edeceğiz.
4 коментара:
İyiliğimizin, hoşgörümüzün, hayırseverliğimizin, yüksek iradeli oluşumuzun, yenilmezliğinizi kanıtlayan parlak örnekleriyle örmüş sün yazını. Yenilerini bekliyoruz. Kolay gelsin.
cesur erkekleri cesur ve yürekli analar doğurduğuna inanırım.
ТЕБРИКЛЕР
seni seviyorum
AKP MARTTA YOK OLUYOR
TÜM BULGARİSTANLILAR
HEPİMİZ BİRLİKTE AKPYİ
MARTTA SANDIĞA GÖMELİM
Публикуване на коментар
Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.