Şu dijital gazetede başlattığınız ve kendinizi
sevdirdiğiniz fikir değiş tokuşuna katılıyorum: Benim için demokrasi, güneşli bir
günde hafif dalgalı sulara açılan bir saldır. Tam zamanı, değil mi!.
Sandal
batmaz ama ayaklar hep suyun içindedir.
Saman
sarısı saçlarımı rüzgâra açmış, yelkenli sandalımla maviliğe açılırken, eşek
dikeni ve engerek yılanı dolu kıyıda bıraktığım ise, artık hükmü bir tek çöle
geçen, istenmeyen “lider” Ahmet Doğan.
Onun hakkında söyleyebileceğim
sözlerse bir şarkıdan: “Sensiz öptüm
nefesini, söyleyemedim!”
Ben İstanbul’a Rusya’dan geldim.
Anam ve babam orada inşaatlarda çalışıyordu. Göç seli kopunca, dede toprağı
Kırcaali’ye uğramadan burada aldık soluğu.
Ofisim Büyük İstanbul Büyük Şehir
Belediyesi önündeki binlerce lale, sümbül ve karanfilin çimenlere sevdalı
güzelliğine bakıyor. Son günlerde, kokusu Aksaray’a kadar esen Taksim biber
gazından korktum da yol kenarlarına serpilmiş güzellerime bakamadım. Neyse bu
sabah perdeyi çekip camı açtım ve ”Ah dünya varmış!” yerine, ağızımdan “Yaşamak
güzel şey be!” çıktı.
Sonra “Bahar geldi geçti, sen
gelmedin’ i mırıldandım.
Sabah sabah gözüm yolca uzanan
sarışın Rus kızlarına kaydı. Çok uzaklarda, Tümen Bozkırının kuş uçmaz kervan
geçmez ıssız bir yerinde, çam kütüklerden örülmüş evimizi, aylarca süren
güneşsiz aydınlığı, bir tanem üşür korkusuyla babamın devamlı yanan ocağımızın
borularını üzerinde yattığım narın altından geçirip, yatağımı fırın yaptığını
ve çatır çutur yanan odunların alev ışığında okuduğum Rus klasiklerini
anımsadım.
1000 yıl kölelik devri yaşamış Rus
halkı! Bin yıl. Klasikler olmasa kimse bir şey bilmeyecek. Stepte kar savuran
rüzgâr özgür. Kurtlar ulumada, atlar kişnemede, baykuşlar bakmakta, yaz gelince
eşek arısı kadar büyük sivrisinekler üremekte ve ısırmakta özgürler. Stepte
kölelik bilmez.
Sıcacık kalem odalarında, “İnsanlık tarihi özgürlükler tarihidir!”
diye yazanların Sibirya’da soğuktan parmakları kaleme, dudakları birbirine
kaynak yapılmış gibi hiç kopmamak üzere yapışmış mıdır acaba!
Ekim 1917 Devrimi’nde toprak
kölelerini silahlanmış gören Lenin, toprağı onlarla paylaşmadan korkmuştu. Eski
toprak kölelerini yediden yetmiş sovhoz ve kolhoz boyunduruğa taktı. Toprak
sahibi serbest köylü ile kooperatifçi köylü arasındaki büyük fark vardır:
Serbest köylü hukuksal olarak da serbest, bağımsız, mülk sahibi köylüdür.
Mülkünden sorumludur, öz toprağı yüzünden yargılanamaz, hukuksal koruma
altındadır. Kooperatifin Başkanı bir memur olarak kooperatifçi köylüyü istediği
zaman, hatta sudan sebeplerle mahkûm eder, yargılatıp sürer, ceza evine bile
atabilir. Hukuk açısından sovhoz ve kolhoz köylüsünün statüsü 1000 yıllık
toprak kölesi (mujik)in durumundan pek farklı değildi.
Bizde de öyle değil miydi? Babam
da özgürlüğü ile ilgili tehlike görünce bizi alıp gönüllü olarak boyladı
Sibirya’yı… Bizde “Belene” zülüm kampına gönderilenlerin yarısı kooperatifçi
köylüdür. Stara Zagora, Varna, Sofya, Sliven, Pazarcık ceza evleri, sürgünler
kooperatifçi köylülerle dolu değil miydi?
Onlar kooperatife verdikleri öz
topraklarını işlerken tarlalarından, ambarlarından, ahırlarından, traktör
tamirhanelerinden alınıp gönderilmediler mi?
Kimse itiraz edebildi mi?
Topraklarını, mülklerini yitirince hepsi hukuksal olarak bir hiç yani toprak
kölesi olmuşlardı ama farkında değillerdi. Hepsi karşı koyma haklarını da
yitirmişlerdi. Kooperatifin topraklarını işleyen sosyalist toprak köleleri
durumuna gelmişlerdi ve toplumsal yapı içinde hukuksal statüleri yoktu. Bütün
haklarının dayanak noktası popülizm kandırmasından başka bir şey değildi.
Sözümüze demokrasiden,
özgürlüklerden girdik. Bu sabah, Sofya mitinglerinde birinde bir slogan var:
“Mafyanın hükümeti var, ama halkı var mı?
Bu yalnız bize bağlıdır!” Bu
slogan bizi de ilgilendiriyor. Türkiye’de yaşasak da aynı halktan bizlerde bir
parçayız. Dedelerimizin mezarı, köyümüzün ırmağı, sasın tutmuş bunarlar,
beşiğimizin sallandığı ahlat dalı bizim.
Topraklarımız, bağlarımız,
bahçelerimiz bizi özlemiş. Kiraz vakti. Kirazlar bizim için allanmış,
ballanmış. Özleyişimizi ballandıra ballandıra anlatırken dinleyen çok ama
içimizi soran yok. Demokrasi dediğin tadı tuzu olan kendi başına yenir yutulur
bir şey değil.
Şairimiz şöyle demiş:
Doldurmaz
boşluğunu ne ana ne baba,
Vatanda olmak her sevinçli günde ve yürümek ömür boyu
birlikte…
Dostluğa
uzanan eller de var bizim memlekette. Mal mülk sahibi olmuş kardeşler de var.
Memleketini yitiren bir insan
özgür değildir, asla olamaz diye düşünüyorum.
Biz hepimiz memleketlerini yitirmiş
insanlarız.
Sen esirliğim ve hürriyetimsin:
Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin.
Memleketimsin.
(…)
Ve şu an, her şeye rağmen “Yaşamak güzel şey be!” derken aslında
İstanbul’ un yalılarını düşündüm. “Yalı” ne demektir bilir misiniz?
Boğazın iki kenarına telli
turnalar misali konmuş o muhteşem köşkler diye düşündünüz ama değil. Onlara
“yalı” değenler, işin özünü bilmeyenler. “Yalı” deniz suyunun kara ucuyla
öpüştüğü yerin adı.
Hani dalgalar köpüre köpüre akıyor
ya sevgili arar gibi sahile ve sarmaşıyor ya kıyıya alabildiğine bütün
muhteşemliğiyle…
İşte o yer. Su ile toprağın buluşup seviştiği yer. Kimi
defa deniz heybetli dalgalarını karaya yüklerken, kavga mı ediyorlar dersiniz.
Orasını bilmem.
Böyle düşünürsek olabilir ya,
demokrasi özgürlüklerin kılıfıdır. Bazen kılıf dar gelince, özgürlükler daha
büyük kılıftan taşmak, sözüm yerindeyse patlamak ister, belki tam bu fışkırmalı
infilakın bir adı da devrimdir.
Toprak köleliği devri Rusya’da
zincirlerini kıramadan 1000 yıl sürmüş. Bizde totalitarizmin terör küpü 23 yıl
önce çatladı, sözde kırıldı. Dünyada olmadığı gibi bizde de eski rejimler
çöplüğü olmadığından, bir işe yaramayan parçaları elden gözden ırak bir yere
atamadık, elimizde kaldı, daha doğrusu biz, devrim işlerinde deneyimsiz
olduğumuzdan işleri elimize yüzümüze bulaştırdık.
Bu iş, biraz da, heybetli bir
kiraz ağacını bütünüyle budayıp yeni cins seçkin kalemlerle aşılamak gibi bir
şey!
Dikensiz dallarında meyveler çok
daha güzel olacak kuşkusuz da, gelecek yıl çocuklar kiraz toplayıp yemeyecekler
mi mantığıyla budama yaparken bazı dalları es geçmek yok mu?
Adetlerimiz devrimin kurallarından
mıdır bilmiyorum. Yaşlılar “eden kendine
eder,” dememişler mi? Kazılmayan
tarlada her zaman ot, otların arasında dikencikler biter ve o dikencikler ele
ayağa batar, batacak da…
Doğada ve toplumda hiçbir şeyde
zamanım doldu ben gideyim bilinci yoktur. Her olgu sürekli hayatta kalmak,
yaşamak, hükmetmek ister.
Son fikrimi bir örnekle biraz daha
açmak istiyorum ama önce özgürlüklerin göreceliklerine değinmek istiyorum.
Komşumuz Fatme teyze Sliven kadın
hapishanesinde Rom kafilesi Tsar Kiro’nun eşiyle birlikte yatmıştı ve şunları
anlatırdı. 1990’da Sliven mapushanesinin kapıları açılınca Çar Kironun eşi:
Safiye Aylanın seslendirdiği
“Beyaz köpüklü mavi sular üzerinde açmış menekşe!” şarkısı yok mu? Çok hoşuma
gider. Dinledikçe dinler ve mesh olurum. Hayranlığımdan olacak ben önce
duygularımın etkisi altında güzelim “Türk mavisi” varken, bu kadar güzel bir
şarkıya sembol olarak neden “mor” seçilmiş deyip gıcık oluyordum. Kendi sorumu
kendim yanıtlarken, “Bulgarlar gülü
bizden çalıp kendilerine sembol etmişler,”
“Uzak Doğu geride kalacak değil
ya, arsız herifler nilüferi sahiplenmişler,” “Hollandalılar da lalemizi
çaldıkları yetmiyormuş gibi, kendilerine simge yaptılar ve laleler ülkesi olarak
dünyaca meşhur oldular,” diye ikide bir homurdanıyordum.
Bir gün, bu bestenin Rum asıllı
İstanbul bestecilerinden Yorgo Bacanos’un olduğunu, morun Bizans İmparatorunun
hırka, çalışma odası ve Kral oğlunun resmi tören elbisesi rengi olduğunu
öğrendim. Bizans’ta mor özü midyelerden süzülüyormuş. 1000 adet midyeden 1 gram
mor elde ediliyormuş. Katliamı düşünmek istemiyorum…
Çünkü boyanan odalar, hırkalar
v.b. hesabım zayıftır. Bu beste, Osmanlı İmparatorluğu batarken, Yunan Orduları
Sakarya boylarına yayılmaya başlandığında önce İstanbul’da yankılanmaya
başlamış. Cumhuriyeti ilan eden Atatürk Saray Ermeni ve Yahudi bestecilerin
sanat müziği eserlerine belirli bir zaman yasak getirmişti. Sonra bunun
nedenlerini de anladım…
Gerçeği öğrenmenin yolu çok uzun
ve derindir.
“Mor” Bizans’ın sembolüymüş, öğrenmiş olduk.
Bunu
anlatmanın nedeni de tarihsel illetlerin yaşama geri dönmek için her zaman
fırsat kolladıklarını unutmayalım. Düşman her zaman yanımızda ve içimizde olsa
da “Yaşamak güzel şey be!”
Nafiye YILMAZ
4 коментара:
Sen oralarda ömür törpüleme kızım. Hemen gel de seni Bulgaristan Kadınlar Partisi Başkanı yapalım. Artık göreceğini görmüşsün, gel de biraz da bize faydan olsun. Yazını çok şık buldum. Yazmaya devam et. Ahmet ekmeğini çoktan yemiş bandıracak birşeyi kalmamış, zamanını boşa harcarsın. Hadi gel.
bunlar hepsi HÖH duşmanı
hesap zamanı geldi
gelin de bg da ...
10;37
Çarşıda anneni gördüm,Boyana çayırlarındaki saray da görmüştüm son kez.Ona selamlarımı iletiniz...
İşte bu dedim soluksuz okudum gurur övünç acı bir gülümseme hepsi karmakarışık yazmaya okumaya anlatmaya devam. Cesur yürek.. yalnız eksik kalmış ... Bir de '' yoksun diye bahçemde çiçekler açmıyorlar...''
Публикуване на коментар
Забележка: Само членове на този блог могат да публикуват коментари.